Gülümseyebileceğimiz Bir 8 Mart Mümkün mü?: Türkiye’de Kadın Cinayetleri ve Geride Kalan Çocuklar

Gamze Erükçü Akbaş

Bu yazıya başlamadan önce başlığın ne olması gerektiğine ilişkin biraz düşündüm. Bunun ardından “Gülümseyebileceğimiz bir 8 mart mümkün mü?” sorusu ile başlamak istedim. Zira yiten kadınları anmaktan, erkek şiddeti sebebiyle yaşamı yiten kadınlara her gün bir diğerinin eklenmesinden yorulduk, tükendik.

Öncelikle sevgi üzerine yazmak istiyorum. Edip Cansever’in bir sözü var, “Bir yerimiz varsa bu dünyada sevmek, yaşamak ve ölmek insanca olmalı,” diyor (Cansever, 2005). Sevmenin insanca olması seninle aynı yöne bakmak istemeyen, aynı yolda yürümek istemeyen sevgiliden, partnerden vazgeçebilmeyi ve onun yaşamına, adımlarına uzaklaşabilmeyi gerekli kılıyor. Açıkça yolun sonunda, kadının kendi yaşamına dair verdiği ayrılık kararına karşı çıkmama, onu bu yolda yıldırmama, caydırmama, korkutmama davranışını içeren sağduyulu ve onurlu bir duruş bu. Bir erkeğin bir kadına bağımlı olması, onu kendi yaşamının asla kopmaması gereken uzantısı olarak görmesi ben merkezciliğin ve narsisizmin ta kendisi. Kadını yok saymanın, kadının her durumda kendini ilişkiye feda etmesi beklentisinin açık seçik hali bu. Oysa bir ilişki, içinde eşitlik varsa gerçek bir ilişki olabilir. Aşk, iki eşit arasında gerçekleşebilir. Hiyerarşinin, tahakkümün, baskı ve kısıtlanmanın, açıkça şiddetin bulunduğu yerde sevgiden bahsedebilmek olanaklı değil. Sevgi insanın kendini gerçekleştirmesini, kendi olabilmesini kolaylaştıran bir şey olmalı; sevgi kötü hissettirmemeli, kötü hissettiren hiçbir şey sevgi olmamalı. Sevgi korkuya, tehdide, acıya, her türlü şiddete, duygusal çelişkilere ve gelgitlere yer bırakmayacak kadar açık seçik olmalı. Sevgi etiği, ikili ilişkiye dair sorumluluk almayı, bu ilişki sonlandığında da gidebilecek kadar sorumlu olmayı gerektiriyor.

Ülkemizde ilişkiden gitmeyen, sevgi etiğine uymayan binlerce erkek katil var. Gitmek isteyen, artık hayatında şiddet istemeyen ya da kendi hayatlarına dair kararlar almak isteyen kadınlar bu kararlarından dolayı katledildi. Bu cinayeti işleyen erkeklerin önemli bir kısmı, boşanma ya da ayrılık kararının hemen ardından, boşanma sürecinde ya da boşandıktan sonra gerçekleşen bir dizi ısrarlı takibin ardından kadınları öldürüyor. Açıkça “ya benimsin ya toprağın” cümlesini kuran sığ, ataerkil ve zorba zihniyet bu ülkeyi ölü kadınlar coğrafyasına çeviriyor. Boşanma kadının ve erkeğin birer medeni hakkı iken Türkiye’de kaosa dönüşüyor. Oysa kadının yaşam hakkının olmadığı yerde hiçbir haktan bahsedemiyoruz. Anıt sayaç verilerinin de açıkça gösterdiği gibi 2019 yılı kadın cinayetlerinin en çok işlendiği yıllardan biri oldu (Şiddetten Ölen Kadınlar İçin Dijital Anıt, 2020). Dünya Ekonomik Forumu’nun 2020 Küresel Eşitsizlik Endeksi’nde 153 ülke arasında Türkiye’nin 130. sırada yer aldığı bilgisi ışığında (World Economic Forum, 2020), bin yıl kalkınma hedeflerinden (1) biri olan “kadınların konumunu güçlendirmek ve toplumsal cinsiyet eşitliğini gerçekleştirmek” ereğine halen uzak olduğumuz aşikâr.

Ya Çocuklar?

Şiddet sadece, şiddet uygulayan ve şiddete maruz kalan arasında değil. Şiddet oldukça toplumsal alana ait, hepimizi kaygılandırıyor, korkutuyor. Hepimiz ülkede yaygınlaşan şiddet olaylarından, intiharlardan ve cinayetten farklı düzeylerde ve muhakkak olumsuz biçimde etkileniyoruz. Şiddetin sosyal sermaye ve demokratik katılımda azalma, okullaşma oranında düşme, aile içi şiddete tanık olan çocukların yaşadıkları sosyal maliyetler gibi birçok olumsuz sonucu var (Erükçü Akbaş, 2020). Bir de bugüne kadar ülkemizde şu zamana kadar doğru düzgün konuşmadığımız, buz dağının görünmeyen yüzleri var: Onlar cinayetten etkilenen çocuklar.

Bu çocukları, Doğan Kitap’tan çıkan Baba Anneyi Öldürdüğünde (2020) isimli kitapta anlatma fırsatı buldum. Çoğu annesinin öldürüldüğü ana tanıklık eden çocuklar bu çocuklar. Annesi ölmeden önce de çevresinden yardım isteyen, annesini evden uzaklaştırmaya çalışan, polisi arayan, annesini kadın sığınma evine göndermeye çalışan, kadın sığınma evinden dönen annesine “Gelme eve, babam seni öldürecek” diyerek annesini uyarmaya çalışan çocuklar.

Çocuklar her şeyin farkında; hatta en acısı, çocukların annelerinin babaları tarafından bir gün öldürüleceğinin farkında. Çocukların sesleri dinlenseydi, annelerinin sesi daha güçlü duyulabilirdi. Çocuklara ne olup bittiği sorulsaydı, yaşamını şiddet sebebiyle yitiren kadınlara dair daha doğru değerlendirmeler yapılabilir, yiten kadınlar yaşatılabilirdi. Yaptığımız bir çalışmada 2015-2016 yıllarında yarısı anne olan 484 kadın cinayeti olgusunda 500’ü aşkın kadının (aynı anda öldürülen birden fazla kadın bulunmaktadır) erkek şiddeti sebebiyle yaşamını yitirdiğini bulduk. Bu kadınların bir kısmı akrabasını ya da evladını şiddetten korumak isterken öldürülmüş kadınlardı. Çocukların %36,9’u ise cinayet anına doğrudan tanıklık etmişti (Karataş ve Erükçü Akbaş, 2017). Bu çocuklar, insan eliyle yaratılan travma ve kayıpları yaşayan çocuklar ve kendiliğinden gelmeyen ölümün yasını tutuyorlar. Her şiddet cinayetle sonuçlanmasa da her cinayet öncesinde şiddetin farklı biçimlerini içeriyor. Bu bağlamda, çocuklar hem babanın anneye uyguladığı şiddetin tanıkları oluyor hem de kendileri şiddete maruz kalıyor.

Çocuklar açısından travma öncesi risk faktörleri aile içi şiddet ve ailedeki stresli yaşam olayları iken, travma esnasındaki risk faktörleri cinayet anına doğrudan maruz kalma, ölüme dair yanlış bilgilendirilme, ifade alınma sürecinde yaşanan sorunlar, kaos ve güvensiz ortamların varlığı ve bakım krizinden oluşuyor. Çocuklar cinayet sonrası baba ve anne tarafı akrabalarının çatışmaları arasında kalıyor. Özellikle annenin öldürülmesi ve babanın yakalanmasının ardından, bakım ihtiyacı mevcut olan çocuklar bakım kriziyle karşı karşıya geliyor. Anne ya da baba tarafı akrabalar, çocuğa kimin yanında kalmak istediğini sormadan çocuğu alıkoymaya, karşı taraftan kaçırmaya çalışıyor. Açıkça, annesini şiddet sebebiyle kaybeden çocuklar maalesef bir dizi ikincil sorunla karşı karşıya bırakılıyor. Travma sonrası risk faktörleri ise bakımverenlerin stresi, akrabalar arasındaki çatışmalar, babayla iletişim kurmaya mecbur bırakılma, ruh sağlığı desteği alamama gibi ciddi sorunlara işaret ediyor. Ayrıca bakımverenler ve çocuklar arasındaki iletişim sorunları ve profesyonel desteğin yokluğu olumsuz sonuçlar doğuruyor. Bakımverenlerin değişimi, belirsiz ve düzenli olmayan yaşam tarzı çocukları olumsuz etkileyebiliyor. Bu çocuklar, yeni bakımverenlere güvenmede ve bağlanmada sorunlar yaşayabiliyor. Bu nedenle kendi yaslarıyla başa çıkamayacak durumda olan ve böylece çocukların duygusal ihtiyaçlarını karşılamada güçlük yaşayan akrabaların yanına bakım için yerleştirilmemeleri gerekiyor.

Bir kadın olarak, 8 Mart için benim talebim ve temennim, hiçbir çocuğun annesiz, hiçbir kadının yaşamsız kalmaması ve tüm kadınların erkeklerle aynı koşullarda yaşayabilmeleri, çalışabilmeleri ve var olabilmeleri!

Kadınlar olarak talebimiz net: İnsanca sevilmek, insanca yaşamak ve insanca ölmek istiyoruz. Öldürülmek istemiyoruz.

Kaynakça

Cansever, E. (2005). Sonrası kalır I – Bütün şiirleri. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Şiddetten Ölen Kadınlar İçin Dijital Anıt (2020). 2019 yılı kadın cinayetleri. Erişim 05.03.2020, http://anitsayac.com/?year=2019.

Erükçü Akbaş, G. (2020). Baba anneyi öldürdüğünde/Türkiye’de kadın cinayetleri sonrası geride kalan çocuklar. İstanbul: Doğan Kitap.

Karataş, K. ve Erükçü Akbaş, G. (2017). “Türkiye’de kadın cinayetlerinin medyaya yansıması: 2015-2016 yılları üzerinden bir değerlendirme.” Uluslararası Sosyal Hizmet Kongresi, 29-31 Mayıs 2017, Hacettepe Üniversitesi, Ankara.

World Economic Forum (2020). Global gender gap report 2020. Erişim 05.03.2020, http://www3.weforum.org/docs/WEF_GGGR_2020.pdf.

(1) https://www.tr.undp.org/content/turkey/tr/home/mdgoverview/millennium-development-goals.html (Son erişim tarihi: 09.03.2020)