Yakın Ertürk
Kamusal tasarruf sonucu kişilerin özgürlüklerinden mahrum bırakılması insan haklarının tesisi açısından sorun yaratır; zira bu kişiler hayatlarının her alanını, sosyologların “total kurum” (Goffman, 1968) dediği tek bir otoritenin gözetiminde, aynı mekânda gözlerden uzak geçirir. İktidar ilişkilerinin bir uzantısı olan fiziki kapatılma, psikiyatri kurumları, mülteci kampları, polis karakolları, askeri ve sivil cezaevleri gibi çeşitli mekânlarda gerçekleşir. Feministler, çocukluktan itibaren sürekli izlenip denetime maruz kalan kadınların yaşam pratiklerinin, esas itibariyle kamusal tutukluluk haliyle paralellik taşıdığını savunur. Bu bağlamda, kadınların evlerinde yaşadıkları eziyetle cezaevlerinde yaşanan eziyet birbirine benzer; her ikisinde de hak ihlalleri kapalı kapılar ardında, gözden uzakta gerçekleşir. Bu nedenledir ki, kadınlara yönelik ev içi şiddet işkence olarak tanımlanmıştır (bkz. Copelan, 1994). Diğer taraftan, kamusal kapatılma olgusunun toplumsal cinsiyet boyutu, yakın zamana kadar, göz ardı edilegelen bir konu olmuştur.
Foucault (1995 [1975]), 18. yüzyılın sonundan itibaren örf hukukundan modern hukuk sistemine geçişi ceza hukuku için yeni bir çağ olarak niteler. Böylece, ceza seyirlik bir unsur, acının sahnelendiği karanlık bir şenlik olmaktan çıkar; iktidarın tasarrufuyla kapalı mekânlarda disiplin sağlayıcı teknikler kullanılarak terbiye edilmiş bireyler, itaatkâr bedenler üretmek suretiyle sapkın davranışların “normalleştirmesini” amaçlayan bir süreç haline dönüşür. Tarihsel olarak, her ne kadar, kadınlar da parmaklıklar arkasına kapatılmışsa da, hapishaneler eril bir kurum olarak algılanmış ve erkek yaşam pratiklerine göre düzenlenmiştir.
Soğuk savaş sonrası dönemde, hapsetme konusunda dikkatler totaliter rejimlerdeki siyasi tutuklulardan adli vakalar nedeniyle kapatılmış sıradan vatandaşlara (yakın zamanda da göçmen/mülteci tutuklular bağlamında vatandaş olmayan mahkûmlara) çevrilmiştir. Böylece, sorun totaliter rejim sorunu olmaktan çıkıp ana akımlaşmıştır; yani, liberal demokrasilerde yaşanan hapsedilme olgusu ceza adaleti konusunun merkezine yerleşmiştir.
Bu gelişmeler sonucu, suç ve ceza konularında kavramsal kaymalar meydana gelmiştir. Paradigma dönüşümleri neticesinde, her ne kadar, Foucault’nun (1975) sözünü ettiği disiplin edici eziyetler ortadan kalkmamışsa da, tutuklu ve hükümlüler kamu vicdanında ve siyasa gündeminde gittikçe daha fazla yer almaya başlamışlar ve insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya muameleden korunmaları amacıyla uluslararası standartlar geliştirilmiştir. Bu bağlamda, en temel uluslararası belge 1985 yılında yürürlüğe giren ve kısaca CAT olarak bilinen BM İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı ya da Küçültücü Muamele ya da Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’dir.
Son yirmi yılda daha görünür hale gelen kadın mahpusların durumu, uluslararası standartların toplumsal cinsiyet açısından yeniden gözden geçirilmesini gerekli kılmıştır. 2011’de BM Genel Kurulu tarafından kabul edilen, Bangkok Yasaları olarak bilinen BM Kadın Tutuklular İçin Gözetimsiz Önlemler ve Kadın Hükümlülere Muamele Yasaları, ceza infaz sistemine cinsiyet spesifik içerik kazandırmada önemli bir adımdır.
Kadın mahpus konusu ceza infaz sistemi ve uluslararası mekanizmaların ataerkil yapısını ortaya çıkartması bakımından çarpıcı bir örnektir. Kadınlar dünya çapında cezaevi nüfusunun %2 ila 9’u arasında küçük bir azınlığı oluştururlar. Ancak son yirmi yılda sayılarında yüzde 53’e varan hızlı bir artışın gözlemlenmesi, hatta bazı ülkelerde erkek mahpus sayısının artış hızına oranla çok daha hızlı artması, dikkatleri bu konuya yöneltmiştir.[1] Böylece, cezaevlerinin erkekçi güç ve otoriteye göre işleyişinin sorgulanması ve cinsiyet hassas reformların gerekliliği gündeme gelmiştir.
BM Kadına Yönelik Şiddet görev alanında, Raportörler tematik ve ülke ziyaretlerine dayanan raporlarıyla bu konuda bilgi üretimine kayda değer katkı yapmışlardır. Bu çerçevede, 1998’de İnsan Hakları Komisyonuna sunulan ilk rapor, vesayet altındaki kadınların genelde “cinselleştirilmiş” türde kötü muameleye sıklıkla maruz kaldıklarını ortaya koymuştur. İlerleyen yıllarda, Raportörler, mahkûm kadınlarla ilgili daha kapsamlı ve ülke spesifik raporlar hazırlamışlardır.
Özgürlüklerinden mahrum bırakılan kişilere yönelik muameleyi düzenleyen bölgesel sözleşmeler ve denetim mekanizmaları da bulunmaktadır. Bunlar içinde, Avrupa Konseyi (AK) çerçevesinde geliştirilen İşkencenin ve Gayri İnsani ya da Küçültücü Ceza veya Muamelenin Önlenmesine Dair Avrupa Sözleşmesi (ECPT – 1989) Türkiye açısından özellikle önem taşır. ECPT’nin ulusal düzeyde uygulanmasını izlemek için oluşturulan CPT (İşkenceyi Önleme Komitesi), parmaklıklar arkasındaki kötü muameleyle mücadelede, bir zamanlar ütopik gibi düşünülebilecek bir işlevi yerine getiren özgün bir mekanizmadır.[2]
İnsan hakları paradigmasının uluslararası ilişkilerde itici bir güç olduğu bir dönemde göreve başlayan Komite, AK üye ülkelerinde işkenceyle mücadelede olumlu rol oynamıştır. Türkiye örneği, bu bağlamda, iyi bir göstergedir. Mahpus sayısındaki artış oranında AK’ye üye 47 ülke içinde ilk sırada yer alan Türkiye, Komite tarafından en yoğun denetim sürecine tabi tutularak, bugüne kadar yedisi periyodik olmak üzere toplam 32 kez ziyaret edilmiştir. Özellikle 12 Eylül darbesinden sonra polis karakolları ve cezaevlerinde yaşanan sistematik işkence vakalarıyla dünya kamuoyunda yer alan Türkiye’de durum, devletin 1990’dan itibaren CPT ile etkili bir işbirliğine girmesiyle, yavaş yavaş düzelme kaydetmiştir.[3] Ancak, bu yöndeki siyasi irade, politika ve uygulamalarda istikrar sağlanamaması ceza infaz sistemine ilişkin kaygıları tekrar gündeme getirmiştir. Terörle mücadele gerekçesiyle uygulanan kitlesel tutuklamalar, uzun tutukluluk süreleri, cezaevi nüfusunun fiziki kapasitenin çok üstünde olması, polis şiddeti, gözetim yerlerindeki insanlık dışı koşul ve muamele, cinsiyetçi uygulamalar vs. basında ve insan hakları kurumlarının raporlarında tekrar yer almaya başlamıştır.
CPT, ECPT’ye taraf ülkelere programlı ya da önceden haber vermeksizin (ad hoc) yaptığı ziyaretler sonucunda hazırladığı raporlar ve bu raporlarda yer alan tavsiyeler yoluyla işkence ve benzeri uygulamaların önlenmesi konusunda devletlerle ve ilgili uluslararası kurumlarla (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi) işbirliği sağlamayı amaçlar. Komitenin çalışma metodu “gizlilik” esasına dayansa da, geniş toplum kesimlerini izleme sürecine dahil edebilmek amacıyla, gözlem ve tavsiyelerinin devletler tarafından kamu oyuyla paylaşılması beklenir. CPT’nin ziyaretleri, aynı zamanda, işkence ve benzeri uygulamaların önlenmesinde somut durumlara ve karşılaşılan yeni endişe kaynaklarına yönelik standart oluşumuna da zemin teşkil eder.
Bu bağlamda, kadın mahpus konusunun bir endişe kaynağı olarak ortaya çıkması CPT’nin standart geliştirme gündemini belirlemiştir. Komite, konuyu ilk kez 2000 yılında onuncu genel raporunda ele almış ve ilerleyen yıllarda cinsiyet hassas standartlarını öncelikli olarak şu konulara odaklanarak geliştirmiştir: cinsiyet dengeli kadro; cinsiyete göre ayrışan mekân; faaliyetlere eşit erişim; cinsel istismar; üreme hakları ve sağlığı; hijyen ve sağlıkla ilgili ihtiyaçların en üst düzeyde sağlanması. Kadın mahpuslara yönelik hijyen ve sağlık standartlarının ihlal edilmesini, CPT, onur kırıcı ve kötü muamele olarak yorumlar. Kovid-19 salgınının tüm dünyayı sardığı günümüzde, gözetim mekânlarında hijyen ve sağlığın en üst düzeyde sağlanması daha da önem kazanıyor.
Kadınların suç ve ceza döngüsüne girmeleri cinsiyet ayrımcılığı, şiddet ve yoksullukla yakından ilgilidir. Aynı nedenlere bağlı olarak, kadınlar, kapanma mekânlarına giriş ve çıkışlarda çok yönlü engellerle karşılaşırlar. Toplumsal cinsiyet olgusu, kadınların hamilelik ve doğum sırasında karşılaştıkları sağlığa erişim engelleri, cinsel istismar ve saldırı (örn. bekaret kontrolü), damgalanma, çocuk bakımı ve aile yükümlülüklerinin her koşulda devam etmesi gibi faktörler bağlamında, ceza infaz sisteminin eril yapısını zora sokar. Gözetim mekânlarında şiddet, cinsiyete bakmaksızın yaygınca yaşanan bir olgu olsa da, kadın mahpuslar bunu genelde “cinselleştirilmiş” bir biçimde yaşadıkları için cinsel istismar ve sömürü riski yüksektir. Örneğin, kadınların cezaevlerinde fuhuş amaçlı pazarlandıkları ve kadın ticareti ağlarına düşürüldüklerine dair bilgiler, kadına şiddet raportörü sıfatıyla yaptığım bazı ülke ziyaretlerinde, tarafıma sıklıkla iletildi.
Günümüzde, dünyanın pek çok yerinde hapsetme ve tahliye modelleri, cezaevi mimarisi ve ilgili çeşitli usuller hâlâ biyolojik cinsiyet istatistiklerine göre düzenlenir; çoğu ülkede, ceza infaz sistemi kadınların özgün konumları ve gereksinimleri konusunda bilgiye sahip değildir. Bir başka değişle, kadın mahpuslara yönelik koşul ve muamele ataerkil değer ve kurallarca biçimlenir ve uygulanır.
CPT’nin otuz yılı aşkın tecrübesi gösteriyor ki, insan hakları sözleşmelerinin devletler tarafından onaylanması ve yasal/kurumsal reformların gerçekleşmesi gibi olumlu gelişmelere rağmen işkenceyi ve kötü muameleyi önlemeye yönelik tavsiyelerin uygulanması hiç de kolay olmamaktadır.
Adaletin sağlanması, ceza infaz sisteminin caydırıcı ve ıslah edici olması ve bu yönde CPT ve benzeri denetim mekanizmalarının etkili olması, ülkelerde zaman içinde değişkenlik gösteren bazı faktörlerle yakından ilgilidir; bunlar, suç ve ceza konusundaki kamuoyu eğilimleri; gözetim altındaki kişilerle doğrudan teması olan görevlilerin –polis, cezaevi gardiyanları ve diğer görevlilerin– düşünce ve davranışları; bunları doğrudan manipüle eden güç dengeleri ve siyasi iradedir. Ne yazık ki, sağ popülizmin yükselişte olduğu günümüzde onarıcı adalet, intikamcı adalete yenik düşmektedir.
Ceza infaz sisteminin cinsiyetçi ve tahakkümcü doğası nedeniyle gözetim yerlerinde cinsiyet hassas standartlar doğrultusunda reformların gerçekleştirilmesi, genel olarak işkencenin önlenmesine kıyasla çok daha köklü zihniyet ve kurumsal dönüşüm gerektiriyor. Ataerkil ilişkilerin hüküm sürdüğü toplum genelinde eşit olmayan ve ayrımcılığa maruz kalan kadınların cezaevinde de benzer muameleye tabi tutulmaları olağandır. Evdeki kapalı kapılar ile cezaevindeki kapalı kapılar arasındaki dinamikler oldukça geçişkendir.
Kaynakça
Copelan, R. (1994). Intimate terror: Understanding domestic violence as torture. R. J. Cook (haz.), Human Rights of Women: National and International Perspectives içinde (s. 116-52). Pennsylvania: University of Pennsylvania Press.
Foucault, M. (1995 [1975]). Discipline and punish: The birth of the prison. Çev. Alan Sheridan. New York: Vintage.
Goffman, E. (1968). Asylums: Essays on the social situation of mental patients and other inmates. Aldine Transaction.
[1] Küresel olarak cezaevlerinde toplam 714.000 kadın bulunmaktadır (2019). Gözaltındaki kadınların en fazla olduğu ülkeler ABD (211.870), Çin (107.131), Rusya Federasyonu (48.478), Brezilya (44.700). Türkiye’de (infaz yasası öncesi) toplam tutuklu ve hükümlü sayısı 290 bin olup, bunların yaklaşık 11 bini kadındır.
[2] Komiteyle ilgili ayrıntılı bilgi için bakınız: http://www.cpt.coe.int/. ECPT’ye taraf olan ülkeler nezdinde seçilen 47 üyelik Komitede 2009-2013 yılları arasında bağımsız uzman olarak görev yaptım. Komitenin çalışmalarına yönelik makalem için bakınız: (2013). İşkenceyi Önlemede CPT ve Yeni Ortaklıklar. Sosyolojinin Yaşamla Dansı (s. 379-386), Sosyoloji Derneği yayını.
[3]Türkiye Anayasası’nın 90. maddesi/son fıkrasında yer alan “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş uluslararası sözleşmeler kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasa’ya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz” hükmü gereğince ECPT ve Türkiye’nin taraf olduğu diğer uluslararası sözleşmeler kanun hükmündedir.