Fatmagül Berktay
“Zayıflık, senin adın kadın.”
Shakespeare, Hamlet
“Deli kadın” imgesi eski Mezopotamya’dan ve Antikite’den günümüze dek uzanan bir süreçte edebiyat ve sanatta esrarlı ve çekici niteliğini koruyor. Delilik çağlar boyunca metaforik ve sembolik olarak önemli ölçüde kadınlara özgü bir hastalık olarak görüldü. Sanat ve edebiyat yapıtlarında yansımasına tanık olduğumuz bu durum, kadınların (bedenleri dolayısıyla) doğaya daha yakın, yıkıcı, duygusal olarak zayıf, dengesiz ve tehlikeli oldukları; dolayısıyla da toplum içinde denetlenmeleri, hatta gerekirse toplumdan tecrit edilmeleri gerektiği varsayımını meşrulaştırır ve yaygınlaştırır. Ruh sağlığı, ruh hastalığı, delilik ve normallik gibi kavramları kültürel normlardan ve değerlerden bağımsız düşünmek mümkün değildir. Bu normların en etkili olanı ise, kadınlık ve erkeklik rollerinin içeriğini belirleyen toplumsal cinsiyet rolleridir.
Kadınların doğayla, kaosla ve evrenin yıkıcı güçleriyle ilişkilendirilmeleri çok gerilere gider. Tarih boyunca son derece istikrarlı ve sürekli görünen bu ilişkilendirme, kadınların ve kadın bedeninin toplumsal denetimini meşrulaştırmak için kullanılır. Tukidides, “Atinalı erkeğin öz-imgesinin ‘yabancı’, ‘yaban’ anlamına gelen allotrion’un denetim altında tutulması gereksinimi etrafında kurulduğunu ve allotrion’un genellikle ‘ben’e karşı ‘öteki’ni temsil ettiğini” yazar (Akt. Padel, 1983, s. 5). Bu “yabancı öteki”, tecavüz gibi pratik ve ideolojik araçlar kullanılarak denetlenmek zorundaydı. Yunan mitolojisinin, insan-kadınları cinsel ilişkiye zorlayan erkek tanrılarla dolu olması rastlantı değildir; bu “tanrısal tecavüz”, var olan toplumda erkek denetiminin özellikle tecavüz eylemi ve pratiği dolayımıyla kurulması olgusunun “tanrısal toplum”a projeksiyonu olarak yorumlanabilir. Kadının doğa ile, özellikle de doğanın karanlık yönüyle ilişkilendirilmesi, yalnızca Antik Yunan’a özgü değil, uygarlığın başından beri var olan bir olgudur. Uygarlığın beşiği sayılan eski Mezopotamya’nın dişi cadıları, Mezopotamya’nın uygarlık idealinin anti tezi olarak kurgulanıyor ve bu nedenle steplerle, dağlarla ve yer altı dünyasıyla ilişkilendiriliyorlardı; bunların tümü de “uygar” Mezopotamyalıların toplumsal denetimi dışında olan yerlerdi (Rollin, 1983, s. 37).
Kadının doğayla olan bağlantısı, çok uzun süre insanlık üzerinde hüküm süren “Ana Tanrıça”ya dek geri gider. O hem doğurgan, besleyici ve koruyucu hem de korku salan bir varlıktı. Doğurganlığın tanrıçası ve vahşi doğanın egemeni Kibele’ydi o. Ölüm de dirim de ondan sorulurdu. Yaşamın bütünselliğini ve insanların hem birbirleriyle hem de doğayla olan bağlarını temsil ederdi. Doğaya karşı eril egemenlik düşüncesinin ve pratiğinin gelişmesiyle birlikte işler tersine döndü; bu kez uygarlık eril düzen ve eril akıl kavramlarıyla ilişkilendirilirken, kadın doğayla ve onun tahripkâr güçleriyle özdeşleştirilmeye başladı (Bu konuda ayrıntılı bir inceleme için bkz. Berktay, 2003).
Örneğin Yunan demonlarının çoğu, özellikle gruplar halinde insan kurbanlarına saldıranlar ve insan zihnine aman vermeyenler, dişidir. Bunlar bazen “gecenin kızları” olarak tanımlanırlar. Dişi olmaları ile yersel olmaları, zihinlere saldırmaları ve karanlıkta yaşamaları arasında bağlantı vardır (Padel, 1983, s. 3-4). Ayrıcalıklı sınıf erkeklerinin “ötekiler”i, Roma İmparatorluğu’nda da antik Yunan’dakinden çok farklı değildir: kadınlar, köleler ve barbarlar. Dünyaya hiç sorgulanmayan bir egemenlik konumundan bakan Romalı soylu erkek için bu “ötekiler”, kendisinden değişmez biçimde farklı ve daha aşağıydı. Peter Brown’ın işaret ettiği gibi, “en münasebetsiz karşıtlık, yani kendisi ile kadın arasındaki karşıtlık ise, erkeğe, temeli bizzat doğada olan bir hiyerarşiye dayanılarak açıklanıyordu: Dönemin doktorları, biyolojik olarak erkeklerin, tüm potansiyelini gerçekleştirmeyi başarmış ceninlerden oluştuğunu söylüyorlardı.” (Brown, 1988, s. 10). Kadın ise, Aristoteles’in buyurduğu gibi, “eksik kalmış olduğu için” kadındı.
Kadının doğaya ve yıkıcı karanlık güçlere daha yakın olduğu fikri, erkek kültürünün ona uygun gördüğü sınırlardan çıkıp kurtulması hâlinde neler olacağından duyulan eril korkuyu yansıtır. Bütün kadınlar, “uygarlığın silahlı kampı”ndan kaçtıkları takdirde vahşileşmek ve çocuklaşmak tehlikesiyle yüz yüzeydi. O yüzden de hep gözetim altında tutulmak ve denetlenmek zorundaydılar. Delilik ve anormalliğe ilişkin tıp söylemi ve pratiği de bu denetimin bir parçası oldu. Dolayısıyla, her dönemde, bu konuda üretilen imge ve temsilleri o çağda geçerli olan tıbbi modeller, sosyokültürel normlar ve beklentilerle ilişkilendirmeden kavramak mümkün değildir.
Kültürel temsiller, ister görsel ister yazınsal olsun, yalnızca önceden belirlenmiş bir ideolojiyi yansıtmakla ve ifade etmekle kalmazlar, aynı zamanda onun kurgulanmasına ve dönüştürülmesine etkin bir şekilde katılırlar ve kullandıkları spesifik kodlar aracılığıyla dünyayı anlamlandırırlar. Bildiğimiz tarih boyunca bu kodlar cinsiyetçi ve kadını ikincilleştiren bir içerikle donatıldılar. Çünkü söylemi üretenler ve imgesel temsilleri belirleyenler, iktidar sahibi olan erkeklerdi. Avrupa’da cadı diye yakılanların çoğunluğu geleneksel kültürel-cinsel normlara uymayan kadınlardı. 16. yüzyılda doktorlar, cadılıkla suçlanan kadınlardan bazılarının deli olduğunu öne sürmeye başladılar ve bu varsayım deliliğin bir kadın hastalığı olduğu fikrinin pekişmesine yol açtı. 17. yüzyıla gelindiğinde Fransa’nın ilk tımarhanesi Salpetriére’de fahişeler, evlilik dışı çocuk doğuran kadınlar ve yoksul kadınlar için özel koğuşlar ayrılmıştı.
Victoria dönemi İngiltere’sinde ideal kadın imgesi saflık, narinlik ve itaatkârlığı cisimleştiren “evdeki melek”ti; bu ideali reddeden kadınlar ise baskı altında fiziksel ve psikolojik semptomlar gösteriyorlar ve çoğu kez delilikle damgalanıyorlardı. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde delilik imgesi, kadınlarla giderek daha da fazla ilişkilendirilmeye başlamıştı. Bu dönemin söylemi deliliği biyolojik bir modele göre tanımlıyordu ama kadınların ruhsal sorunlarının üreme organlarından kaynaklandığını iddia ettiği sürece, kadına ve onun rolüne ilişkin ahlaki cinsiyetçi önyargıları yansıtmaktaydı.
Deliliğe ilişkin biyolojik model 20. yüzyılda, önemli ölçüde Freud’un etkisiyle, psikolojik bir çerçeveyle yer değiştirdi. Cinsiyet rollerinin ve toplumsal güç ilişkilerinin değişmesi ise, 20. yüzyıl ortalarında geleneksel psikiyatrik söylemin de değişmesine yol açtı. Ne var ki, ahlak ve cinsiyet rollerine ilişkin çifte standartlar gibi, hâlâ büyük ölçüde erkeklerin egemenliğinde olan psikiyatrideki çifte standartlar da çok yavaş değişmekteydi. Konuyla ilişkili olarak Phyllis Chesler’in Women and Madness[1] (1972) adlı çığır açıcı kitabında yaptığı saptama geçerliliğini korumaktaydı: “Kadınsı davranış normlarını belirleyenler erkeklerdir ve bu normlar erkeklerinkinden farklıdır. Bir kadının ‘sağlıklı’, ‘nörotik’ ya da ‘psikotik’ olduğu, ataerkil toplumun örtük veya açık varsayımlarına dayanan eril bir ruh sağlığı etiğince belirlenir. Kadınları değersizleştiren ve onları kendilerini değersiz görecek şekilde toplumsallaştıran ataerkil bir toplumda erkeklerin egemenliğindeki meslekler olan psikoloji, psikiyatri ve bunların ruh hastalığı ve tedavi yöntemlerinin ne olduğu konusundaki tanımlamaları da ister istemez ataerkildir ve kadın davranışına ilişkin normlar erkeklerinkinden farklıdır. Buna göre ‘normal’ kadın, dışarıda çalışmayan ev kadınıdır.” (Chesler, 1972, s. 93). Toplumsal cinsiyet normlarını reddeden veya bu konuda ikircikli davranış gösteren kadın ise toplumu olduğu kadar kendi kendisini de korkutur. Toplumdan tecrit edilme korkusunun yol açtığı öz-yıkım ve intihar eğilimi ile ataerkil baskı arasında yakın ilişki vardır. Kadının kendini değersiz görmesi, öfkesini dışa vuramaması o öfkeyi kendisine yöneltmesine neden olur.
Kadınlar psikiyatrik yardım aldıklarında da ataerkil normlardan kurtulamazlar; doktorlar erkektir, hastaneler ataerkil yapılardır. Nitekim Foucault delilik üzerine ünlü incelemesinde doktorun “baba-yargıç” olarak otoritesine işaret eder. Ancak Foucault’nun göz ardı ettiği nokta “patriark”ın bu sembolik otoritesinin (“fallus”), psikiyatrik yardım alan kadınları daha da fazla çocuklaştırdığı gerçeğidir. Psikiyatrlar onları “ruh hastası”, toplumun beklentilerine uymaya başlayanları ise “iyileşen ruh hastası” olarak tanımlayarak toplumdaki “sağlıklı kadın” imgesinin, yani normlara uyan kadın imgesinin pekişmesine yol açarlar. Kendi bağımlı ve bastırılmış konumuna karşı (çoğu kez iyice derinlere gömülmüş) bir öfke duyan ve içinde bulunduğu durumu anlamlandıramayan kadının kendisinden şüphe etmesine yol açan bu “yardım”, aslında onu yardım isteme noktasına getiren şeyin bizzat kendisidir. Ataerkil baskı, kadının hem toplumla hem de kendisiyle çatışma içine girmesine neden olur ve bu sorunu salt kişisel düzlemde çözmeye çalışan psikiyatrinin sınırlılığı ve norm pekiştirici özelliği de burada devreye girer.
Ancak tarih boyunca bilimin, dilin, dinin, psikiyatrinin vb. kadınlar aleyhine kullanılmış olması elbette onların tümden reddedilmesine ya da gözden çıkarılmasına yol açmaz, açmamalıdır. Nitekim 1960’lardan itibaren feminizm de dâhil olmak üzere devrimci kültürel ve politik hareketlerin yükselmesi, baskıcı ve denetleyici olmakla eleştirilen ana akım psikiyatride önemli değişikliklere yol açtı. Artık psikiyatrik hastalıklar tıbbi nitelikten ziyade toplumsal nitelikte görülmeye ve nedenleri ailedeki duygusal dinamikler gibi toplumsal bağlamlarda aranmaya başladı. Zaten başını Foucault’nun ve başkalarının çektiği yeni uluslararası ilgi sayesinde, artık, deliliğin tarihsel ve toplumsal nedenleri olan bir toplumsal kurgu olduğu ileri sürülmekteydi. Foucault’ya göre deliliğin toplumsal kurgulanımı, ruh hastalığından farklı bir şeydi ve tarihin farklı dönemlerinde farklı amaçlar için kullanılmıştı. Bu alanda öne çıkan başka bir figür, R. D. Laing (1927-1989) ise, deliliğin evrimci teorisyenlerin öne sürdüğü gibi yapısal bir zayıflık ya da Freud’un iddia ettiği gibi eksik cinsel gelişimin sonucu değil kişinin istemediği, baskı hissettiği bir duruma karşı varlığını koruyabilmek için başvurduğu bir strateji olduğu sonucuna vardı. Ruh hastalığı teşhisi, basitçe, toplumsal beklentileri karşılamayan durumlara verilebilecek olası yanıtlardan biriydi. Laing delilik, normallik, benliğin önemi vb. tanımlarıyla hem psikiyatri konusunda bir karşı-kültürün yaratılması hem de feminist eleştiri açısından etkili bir isim oldu.
Ancak söz konusu psikiyatrik karşı-kültür, teoride kadınların ihtiyaçlarına cevap veren, delilik ile kadınlık arasındaki ilişkinin ataerkil toplumdaki baskı ve iktidarla bağlantılı olduğunu savunan bir yan taşısa da, pratikte hâlâ erkek egemen bir nitelik taşıyordu ve kendi cinsiyetçiliğinin farkında değildi. Aynı dönemlerde gelişmeye başlayan Feminist Terapi işte bu koşullarda ve kadınların ataerkil baskıya verdiği yanıtları anlamanın bir aracı olarak doğup gelişti. İlk başlardaki uygulayıcıları, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu ve ruh sağlığı alanındaki cinsiyetçiliği eleştiren ve psikiyatrik yardım arayan kadınlar için alternatif bir kavrayış ve yöntem arayan psikoterapistlerdi. Bugünse Feminist Terapi, dünyada toplumsal cinsiyete, cinsel yönelime, yaşa, ırka, etnisiteye vb. dayalı bağımlılık konumlarının ruh sağlığını bozacak şekilde nasıl içselleştirildiği üzerinde duruyor. Marjinalleştirilmiş kişiyi ve onun gücünü (ya da güçsüzlüğünü) tartışmanın odağına koyuyor; danışanı, üzerindeki baskıyı ve gerçek duygularını ifade etmeye teşvik ediyor.
Bu gelişmeyi, özellikle ikinci feminist dalganın bütün dünyada yarattığı bilince ve farkındalığa borçluyuz. Ne var ki, kadınlar ve erkekler arasındaki güç ve iktidar eşitsizliği farklı derecelerde de olsa dünyanın her yanında devam ediyor ve bu devam ettiği sürece kadınların “ötekilik” konumları da sürüyor. Pasiflik, zayıflık, nahiflik, uysallık ve itaatkârlık hâlâ kadınlarda aranan özellikler olmayı sürdürüyor. Öfkelerini dile getirmeleri, yarışmacı olmaları saldırganlıkla eş tutuluyor. Geleneksel ataerkil normlara başkaldıran kadınlar ile delilik ve “anormallik” arasında kurulan ilişki de çeşitli biçimler altında dile getiriliyor. Bu biçimlerden biri, ataerkilliği eleştiren feminist kadınları “ucube” ve “sağlıksız nefs durumu”ndaki bireyler olarak damgalamak. Çünkü bu kadınlar, geçerli ataerkil “kadınlık ideali”ne uymayı reddediyor ve ona karşı mücadele ediyorlar.
Kadınlar ile delilik arasındaki ilişki elbette hiç basit değil. Çağımızda akıl hastalıklarıyla ilgili bilinmezlerin çözümü ve tedavi seçenekleri konusunda çok önemli adımlar atılmış bulunuyor. Bugünkü bilgilerimizin ışığında normal ve anormal kavramlarının biyolojik, kültürel, siyasi, ekonomik ve dinsel pek çok etken tarafından belirlendiğini biliyoruz. Evet, deliliğin nedenleri gerçekten çok karmaşık, ama “deli kadınlar”ın çektiği acılar fazlasıyla yalın ve gerçek. Bu acılara kulak vermek ise bugün cinsiyetçiliğin ve her türlü ayrımcılığın yol açtığı derin yaraları görüp onlara karşı mücadele etmenin bir aracı olabilir.
Kaynakça
Berktay, F. (2003). Meşum kadınlar, solucanlar, maymunlar, zehirli sarmaşıklar vesaire: 19. yüzyıl İngiliz popüler kültüründe kadın kurgusu. Tarihin Cinsiyeti. İstanbul: Metis Yayınları.
Brown, P. (1988). The Body and Society. New York: Columbia University Press.
Chesler, P. (1972). Women and Madness. Garden City, N.Y.: Doubleday.
Moi, T. (1985). Sexual/Textual Politics: Feminist Literary Theory. London: Routledge.
Padel, R. (1983). Women: Model for possession by Greek daemons. A. Cameron ve A. Kuhrt (Ed.), Images of women in Antiquity içinde (s. 3-19). Londra: Croom Helm.
Rollin, S. (1983). Women and witchcraft in Ancient Assyria. A. Cameron ve A. Kuhrt (Ed.), Images of women in Antiquity içinde (s. 34-45). Londra: Croom Helm.
[1] Phyllis Chesler, deliliğin hem kadında hem erkekte geleneksel rollerin dışına çıkmak anlamına geldiğine dikkat çeker: “Delilik saydığımız şey, ister erkekte isterse kadında olsun, ya aşağı görülen kadınlık rolünün oynanması ya da kişiye atfedilen cinsel rolün kısmen veya tümden inkâr edilmesidir.” (1972, s. 93).