Hayriye Özen

Son yıllarda özellikle kırsal alanlarda yürütülen çevre/doğa eksenli çeşitli mücadelelerde, medyaya yansıyan görüntülerin de ortaya koyduğu gibi, kadınlar ön saflarda yer aldı. Hemen her yaştan pek çok köylü kadın, kolluk kuvvetlerinin yer yer şiddet içeren baskısına rağmen madencilik ve enerji üretimi gibi girişimlere, yaratacakları doğa ve çevre tahribatı nedeniyle kararlılıkla karşı durdu. Bu yazıda son yirmi yılda incelediğim altın madenciliği, termik santral, hidroelektrik santrali (HES) ve jeotermal elektrik santrali (JES) gibi girişimlere karşı doğan yerel çevre mücadelelerini dikkate alarak, neden köylü kadınların bu mücadelelerin önemli bir kısmının itici gücü olduğu sorusuna yanıt arıyorum[1]. Bu sorunun basitçe ‘istenmeyen/sorun yaratan/tehdit eden bir gelişmeye’ yönelik, kadınları da içeren kolektif bir tepki olarak cevaplanamayacağı çok açık çünkü soru köylü kadınların verdiği tepkinin yerel hareketleri oluşturan diğer toplumsal grupların verdiği tepkiden ayrıştığı bir duruma işaret ediyor. Yani soruyu cevaplamak için toplumsal hareket çalışmalarının genellikle üzerinde durduğu kolektiviteye ya da bütün bir harekete değil, hareketi oluşturan toplumsal gruplardan yalnızca birisi olan köylü kadınlara ve kadınların öznel deneyimlerine odaklanmak gerekiyor. Bununla birlikte, köylü kadınlar mücadelenin tek aktörü olmadığı için, hem bu kadınları diğer toplumsal gruplar ile belli bir hedefe karşı bir araya getiren mücadele/hareket dinamiklerini hem de kadınlar ile hareketin diğer aktörleri arasındaki ilişkileri de dikkate almak önemli. Bütün bu etkenleri anlamak üzere ise köylü kadınların çevre eksenli mücadelesini küresel, ulusal ve nihayet yerel toplumsal yapıların ve elbette tüm bu yapıların içerdiği iktidar ilişkilerinin içine oturtarak değerlendirmek gerekiyor. Böyle bir değerlendirme, bu yazının sınırları içinde elbette çok iddialı, ancak bütün bunlara kısaca değinmek de mümkün.

Küresel kapitalizmin varlığını idame ettirme çabalarının son birkaç on yılda katlanarak artan bir biçimde doğal çevreye yönelmesi ve bu çerçevede ekolojik krize yönelik çözümlerin dahi sermaye birikimi fırsatlarına çevrilmesi, tüm dünyada özellikle doğal çevreye bağımlı bir yaşam süren kırsal nüfusu etkileyen yeni çevresel adaletsizlikler ve yeni tahakküm ilişkileri yarattı (Knuth ve diğ., 2022; McCarthy, 2015). Türkiye’de bilhassa 2000’lerin hemen başında hayata geçirilen yeni liberalleşme dalgasıyla birlikte doğal çevre ve doğal kaynakların daha da fazla sermayenin hizmetine sunulması oldukça geniş ve sürekli genişleyen bir coğrafyadaki kırsal nüfusun yeni adaletsizliklerle karşılaşması ve yeni tahakküm ilişkileri içine girmesiyle sonuçlandı. Ege ve Karadeniz bölgelerinde daha yoğun olmakla birlikte hemen her bölgede doğan yerel direnişlerin/mücadelelerin zeminini hazırlayan da bu yeni adaletsizlikler ve eşitsizlikler oldu. Ancak yerel direnişlerin dinamiklerini kavramak ve kadınların neden bu direnişlerin bir kısmının başat aktörleri olduğu sorusunu yanıtlayabilmek için doğal çevre sömürüsünün yarattığı nesnel tahakküm ilişkilerinin ve adaletsizliklerin ötesine geçip bütün bunların kırsal kadın tarafından nasıl deneyimlendiğine odaklanmamız önemli. Elbette böyle bir yaklaşım toplumsal cinsiyete, toplumsal sınıflara ve etnik aidiyetlere ve bütün bunların etkileşimine veya eleştirel feminist yazında ve bu yazından etkilenen çevresel adalet çalışmalarında vurgulandığı gibi ‘kesişimine’ dayalı tahakküm ilişkilerini dikkate almayı gerekli kılıyor. Çünkü kadınların deneyimleri ve tepkileri bütün bunların çerçevesinde şekilleniyor (May, 2015; Vanderheiden, 2015). Kırsal kadını çevresel tehditlere karşı kararlı bir şekilde direnmeye götüren nedenleri buradan hareketle ele aldığımızda, doğal çevre sömürüsünden kaynaklanan yeni çevresel adaletsizliklerle birlikte bu adaletsizliklerin iç içe geçerek daha da derinleştirdiği veya derinleştireceği toplumsal cinsiyet, sınıf ve etnisite temelli eşitsizlikler karşımıza çıkıyor.

Çevresel adaletsizlikler hiç kuşkusuz kırsal kadının tâbi olduğu hem eril hem de sınıfsal tahakküm ilişkileriyle etkileşime giriyor ve böylelikle kadının deneyimlediği adaletsizlikleri ve eşitsizlikleri daha da koyultuyor. Kırsal bölge kadını, erkeğin aksine, madencilik veya enerji santrali gibi projelerde istihdam beklentisine veya imkânına sahip değil. Dolayısıyla bu tür projelerin yarattığı çevresel tahribat ile tarım ve hayvancılık gibi temel geçim kaynaklarının zarar görmesi kadını hem ekonomik olarak erkekten daha çok yaralıyor hem de toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini güçlendiriyor. Örneğin, İzmir’in Tire ilçesine bağlı Başköy’deki kadınların, köylerinde yapılması planlanan jeotermal enerji santraline karşı çok güçlü ve etkili bir direniş sergilemelerinin gerisinde yatan, aynı köyden bir erkeğin ifade ettiği gibi (Şengün görüşme, 2022), yalnızca ‘ekmeklerinin ellerinden gittiğini’ görmeleri değil. Ürettikleri sebzeleri en yakın kasabanın pazarında satan ve buna dayanarak ‘erkeklerden para istemek zorunda’ olmadıklarını vurgulayan bu kadınlar, aynı zamanda, jeotermal enerji santrali için tarım arazilerinin çitlenmesi[2] veya santralin çevresel tahribat oluşturması durumunda bu bağımsızlığı yitireceklerini görüyorlar (Başköy odak grup görüşme I ve II, 2022).

Kadınların bu tür projelere tepkisi aynı zamanda çevresel adaletsizliklerin sınıfsal eşitsizlikleri de derinleştireceğini görmeleriyle ilgili; küçük çiftçilikten proleterleşmeye geçmek istemiyorlar. Denizli’nin Sarayköy ilçesine bağlı Duacılı köyü kadınlarından birinin dile getirdiği “Jeotermal şirketi topraklarımıza el koyduğunda işçi olmaktan başka çaremiz kalacak mı?” sorusu tüm köylülerin taşıdığı derin bir kaygıyı yansıtıyor (Duacılı odak grup görüşme, 2022). Bu noktada toplumsal cinsiyet ve sınıf eşitsizliklerinin kesişiminin proleterleşme sürecini, aynı sürece tâbi olacak erkeklere kıyasla kadınlar için daha da zorlaştıracağını belirtelim. Zira köylü kadınların da çok iyi farkında oldukları ve vurguladıkları gibi istihdam olanakları daha sınırlı (Başköy odak grup görüşme I, 2022).

Kadınların direnişinin gerisinde yatan bir diğer neden, çevresel tahribatın kente göçü zorunlu kılması endişesi. Bu endişeyi; Bergama’nın köylerinde altın madenciliğine direnen, Gerze’nin Yaykıl köyünde termik santrale direnen ve Aydın, Manisa, İzmir ve Denizli’nin köylerinde jeotermal enerji santrallerine direnen kadınların neredeyse hepsinin taşıdığını söyleyebiliriz. Kente uyum sağlayamama, kentte iş bulamama, kentte ‘namusuyla yaşayamama’ gibi boyutları olan bu endişe hem toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinden hem de sınıfsal eşitsizliklerden besleniyor (Bergama-Narlıca odak grup görüşme, 2004; Yeşil Gerze Platformu görüşme, 2012; Başköy odak grup görüşme II, 2022; Duacılı odak grup görüşme, 2022).

Kırsal bölge kadınının çevresel adaletsizliklere ilişkin algı ve deneyiminin ‘etnisite’ unsurunun devreye girmesiyle daha da keskinleştiğini söyleyebiliriz, zira bu adaletsizlikler toplumsal cinsiyet ve etnik kimliğe dayalı eşitsizliklerle birlikte sınıfsal eşitsizlikleri daha da artırıyor. Dolayısıyla, JES projelerinin yol açabileceği çitleme ve buna bağlı mülksüzleştirme ve yerinden etme süreçleri Manisa’nın Salihli ilçesine bağlı Hacıbektaşlı köyünde yaşayan ve halihazırda yerinden edilmeyi deneyimlemiş olan topraksız Kürt göçmen kadın için daha da büyük bir yaşamsal tehdit içeriyor. Bu nedenle bu kadınlar evlerinin hemen yanı başında yapımı başlayan jeotermal enerji santraline karşı, etnik kimlikleriyle ilgili olarak kolluk kuvvetlerinden diğer köylere kıyasla daha sert bir tepki görmelerine rağmen kararlı bir şekilde direndiler (Hacıbektaşlı odak grup görüşme, 2022).

Sonuç olarak çevre mücadelelerindeki kırsal bölge kadını, yalnızca doğal çevrenin tahribatına karşı değil, aynı zamanda bu tahribatın derinleştirdiği/derinleştireceği toplumsal cinsiyete, sınıfsal yapıya ve etnik yapıya dayalı eşitsizliklere ve adaletsizliklere de direniyor. Bu nedenle, kırsalda doğan çevre mücadelelerinde kadınlar erkeklerden daha kararlı, istikrarlı ve cesur bir biçimde mücadele ediyorlar. Bu bakış açısıyla değerlendirdiğimizde; kırsal bölge kadınlarının çevre mücadeleleri, bize, bu mücadeleleri belli bir hedefe yönelik yekpare bir oluşum/hareket olarak ele almamamız ve bununla bağlantılı olarak yalnızca hareket ve hedefi arasındaki iktidar ilişkilerine değil, aynı zamanda hareketin aktörlerinin tâbi olduğu farklı tahakküm ilişkilerine de dikkat etmemiz gerektiğini gösteriyor.

Kaynakça

Knuth S, Behrsin I, Levenda A, McCarthy J (2022). New political ecologies of renewable energy. Environment and Planning E: Nature and Space 5(3): 997-1013

McCarthy, J. (2015). “A socioecological fix to capitalist crisis and climate change? The possibilities and limits of renewable energy.” Environment and Planning A: Economy and Space 47: 2485- 2502.

May, V. (2015). Pursuing Intersectionality, Unsettling Dominant Imaginaries. New York: Routledge.

Vanderheiden, S. (2015). Environmental Justice. New York: Routledge.

[1] Bu mücadeleler çok geniş bir coğrafyada doğdu ve gelişti. Bu yazıda farklı zaman ve mekanlarda farklı hedeflere karşı doğmakla birlikte kadınların ön saflarda yer almasıyla benzeşen üç örneği özellikle dikkate alıyorum: 1990’lardan 2000’li yılların başına kadar Bergama ve köylerinde yürütülen altın madenciliğine karşı hareket, 2009 ile 2015 yılları arasında Gerze ve Gerze’nin Yaykıl köyünde yürütülen termik santral direnişi ve 2013 yılından bu yana Aydın, Manisa, İzmir ve Denizli’nin çeşitli köylerinde büyüyerek devam eden jeotermal enerji santrallerine karşı hareket.

[2] Özel mülkiyetteki araziler için JES yatırımlarında kullanmak üzere kamulaştırma kararı alınabiliyor.